Siyonizm’in güdümündeki dünyanın geldiği son durumu, sosyal medya hesapları, internet haber siteleri, televizyonlar vs. dakika dakika izliyor, aval aval bakıyoruz.
Yönettiği ekonomik hacim, siyasi güç ve iletişim araçları ile zalimin masum gösterildiği bir sürece şahitlik ediyoruz.
Zira dünyanın kendileri için yaratıldığı, şeytandan türediği için insandan üstün olduğu iddiasındaki güruh, gözümüzün içine baka baka katliamlarına devam ediyor.
Ölenlerin; Müslüman, Hristiyan ya da Musevi olması fark etmiyor.
Vurulan yerlerin Cami, kilise, okul, Pazar yeri olması da…
Ne kadar çok kan akar, hizmetkâr olarak gördükleri insanların sayısı ne kadar azalırsa, kuracakları yenidünya düzeninde o kadar rahat edeceklerine inanıyorlar.
Asırları aşan gayretlerinin sonucunda geldikleri ya da gelebildikleri nokta; kendilerinin kurguladıkları ve istedikleri kararın alınmasını sağladıkları, istemedikleri kararın bir şekilde alındığı durumlarda ise hiçbir yaptırıma maruz kalmadıkları, bir türlü birleşemeyen Birleşmiş Milletler ile sözde İnsan Hakları tabiri ile göz boyanan uluslararası mahkemelere hükmettikleri aşikâr.
Dünya nüfusunun yüzdelik dilimine giremeyen bir azınlık, dünya nimetlerine erişim ve kullanma noktasında, kendi uydurmaları dışındaki hiçbir kıstasa uymayan anlayışla elde ettikleri servet ile satın aldıkları kişi, sözde kurum, sözde devlet ve sözde devlet adamları sayesinde “Tanrıyı Kıyamete Zorlamak” babından her türlü imkânı kullanıyor.
Dahası, vekâletler ile yürütülen mücadelede asıllar da sahneye çıkıyor ve saflar netleşmeye başlıyor.
İsrail düşmanlığı ile coğrafyasında ahkâm kesen ancak mezhepçiliğin dışında İslam dünyasına bir katkısı olmayan ve dahi toplumları Müslüman olmasına karşın idareleri gayri İslami unsurlardan müteşekkil devletçikler ile bu meselenin sulh bulması neredeyse imkânsız.
Zira kuru sözden öteye geçmeyen cılız kınamaları dikkate alan yok.
Salâ okuyup, gıyabi cenaze namazı kılmak, lokma döküp dağıtmak yetmiyor.
İsrail’in susuz, ekmeksiz bıraktığı insanları doyurmak ve bombaları ile yok ettiği yapıları yeniden tesis etmekle de olmuyor.
Sözde Filistin Devleti ile de olmuyor.
Ordusu olmayan devletin tebaası, düşmanın insafı kadar hayat bulur.
Yıkılan camiyi, kiliseyi, okulu yaparsınız da ölenleri geri getiremezsiniz.
O sebepledir ki İslam âleminin ilk kıblesinde konulu yapı etkisiz hale getirmek isteniyorsa, evvel emirde karşı bir gücün tesis edilmesi gereklidir.
Tuğlaya, çimentoya, suya, gıdaya yapılacak yardımlar yerine; kendisini düşmana karşı koruyacak savunma mekanizmalarına destek vermek ve bu süreci yönetebilecek aktörleri var etmek gerekir, her şeye rağmen…
Ekim ayının 7’sinden buyana yaşananlar, 1947’den bugüne kadar metrekare kare hesabı büyüyen bir işgalcinin, vardığı ve engel olunmazsa, kuralsızlığına dur diyecek bir kural koyucu karşısına dikilmedikçe varacağı noktayı da gözler önüne seriyor.
Günlerdir çeşitli eleştirileri ve yorumları dinliyoruz, okuyoruz.
Üç temel algı üzerin kurgulanmış gibi duran Filistin cephesine yönelik eleştirilerden ilki; Filistinlilerin geçmişte Yahudi yerleşimcilere toprak satması, ikincisi Arapların Osmanlıyı arkadan vurması, üçüncüsü ise Filistin Devlet Başkanı’nın Müslüman olmasına rağmen Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bölgedeki Türklerin ve Müslümanların özgürleştirilmesi yönünde yürüttüğü politikalara muhalefet edip, batı menşeili söylem ve çabalara destek vermesi.
Sokağa çıkıp sorsanız, bu üç hususun her kesim tarafından dillendirildiğini kendiniz de test edebilirsiniz.
Filistin halkını Osmanlı sonrası yaşadığı hadiseleri özetleyecek değilim, orası tarihçilerin konusu ancak az sayıda Filistinlinin evini barkını bedeli mukabili sattığını, kahır ekseriyetinin ise satmak zorunda bırakıldığını biliyorum. Bu bir realite ancak Kudüs’ün ilk kıblemiz, İsrail’in işgalci ve yarına dair hesaplarında ülkemize dair hedeflerinin olduğu gerçeğini değiştirmez.
Arapların Osmanlı’yı arkadan vurduğu söylemi, ilkokul yıllarından beri akıllarımıza kazınmış ve halen daha tazeliğini koruyor. Kurgu da senaryo da iyi yazmış ve sadece bize dikte edilmemiş. Aynı propaganda Araplara da uygulanmış. Onlara da ecdadımıza sövmelerine sebebiyet verecek sayısız yalan yanlış bilgi boca edilmiş. İçimizdeki yer alan ve her fırsatta ecdadımıza söven güruhun varlığına sizler de şahit olmuyor musunuz? Bu algı yönetiminin neticesinde Osmanlı’dan kopuk kurulan devletçiklerde yaşayan insanların hali ortada. Mutlu azınlığın rahatı için heba edilmiş Müslümanlardan oluşan yığınlara dönüşmüş durumdalar.
Üçüncü olarak da Türklere ve Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikasına muhalefet edercesine Batılıların peşine takılan Filistinli yöneticilerin söylemler. Aklıselim hiçbir Müslümanın ve Türk’ün kabul edemeyeceği bir durum ve biliyoruz ki onlar da çevrelerindeki lidercikleri örnek alıyorlar. Yetkisi minimum, etkisi sıfır olan koltuklarda oturup, sonu belli olmayan (esasen aşikâr) eylemler ile işgalcini eline koz verip, işgali meşrulaştırma rollerini icra ediyorlar. Ağa babalarının sözünden çıkmamaları da bizim malumumuzdur. Ve dahi inancımız gereği masumların akan kanını durdurmak hem İslami hem insani bir görevdir. Bizim bakış açımız budur.
Yıllar öncesinde Merhum Üstat Necip Fazıl’ın şu sözleri ile olayı ne de güzel özetlemiş:
“Yıkılasın İsrail enkazını göreyim!
Sana ülke diyenin Yüzüne tüküreyim!”
Tanrıcılık oynayan bu güruh için de bir cümle, yine Merhum Üstat Necip Fazıl’dan gelsin;
“Allah, Tanrı’nın belasını versin”
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Mehmet ÖZMADEN
Tanrıcılık Oynamak!
Siyonizm’in güdümündeki dünyanın geldiği son durumu, sosyal medya hesapları, internet haber siteleri, televizyonlar vs. dakika dakika izliyor, aval aval bakıyoruz.
Yönettiği ekonomik hacim, siyasi güç ve iletişim araçları ile zalimin masum gösterildiği bir sürece şahitlik ediyoruz.
Zira dünyanın kendileri için yaratıldığı, şeytandan türediği için insandan üstün olduğu iddiasındaki güruh, gözümüzün içine baka baka katliamlarına devam ediyor.
Ölenlerin; Müslüman, Hristiyan ya da Musevi olması fark etmiyor.
Vurulan yerlerin Cami, kilise, okul, Pazar yeri olması da…
Ne kadar çok kan akar, hizmetkâr olarak gördükleri insanların sayısı ne kadar azalırsa, kuracakları yenidünya düzeninde o kadar rahat edeceklerine inanıyorlar.
Asırları aşan gayretlerinin sonucunda geldikleri ya da gelebildikleri nokta; kendilerinin kurguladıkları ve istedikleri kararın alınmasını sağladıkları, istemedikleri kararın bir şekilde alındığı durumlarda ise hiçbir yaptırıma maruz kalmadıkları, bir türlü birleşemeyen Birleşmiş Milletler ile sözde İnsan Hakları tabiri ile göz boyanan uluslararası mahkemelere hükmettikleri aşikâr.
Dünya nüfusunun yüzdelik dilimine giremeyen bir azınlık, dünya nimetlerine erişim ve kullanma noktasında, kendi uydurmaları dışındaki hiçbir kıstasa uymayan anlayışla elde ettikleri servet ile satın aldıkları kişi, sözde kurum, sözde devlet ve sözde devlet adamları sayesinde “Tanrıyı Kıyamete Zorlamak” babından her türlü imkânı kullanıyor.
Dahası, vekâletler ile yürütülen mücadelede asıllar da sahneye çıkıyor ve saflar netleşmeye başlıyor.
İsrail düşmanlığı ile coğrafyasında ahkâm kesen ancak mezhepçiliğin dışında İslam dünyasına bir katkısı olmayan ve dahi toplumları Müslüman olmasına karşın idareleri gayri İslami unsurlardan müteşekkil devletçikler ile bu meselenin sulh bulması neredeyse imkânsız.
Zira kuru sözden öteye geçmeyen cılız kınamaları dikkate alan yok.
Salâ okuyup, gıyabi cenaze namazı kılmak, lokma döküp dağıtmak yetmiyor.
İsrail’in susuz, ekmeksiz bıraktığı insanları doyurmak ve bombaları ile yok ettiği yapıları yeniden tesis etmekle de olmuyor.
Sözde Filistin Devleti ile de olmuyor.
Ordusu olmayan devletin tebaası, düşmanın insafı kadar hayat bulur.
Yıkılan camiyi, kiliseyi, okulu yaparsınız da ölenleri geri getiremezsiniz.
O sebepledir ki İslam âleminin ilk kıblesinde konulu yapı etkisiz hale getirmek isteniyorsa, evvel emirde karşı bir gücün tesis edilmesi gereklidir.
Tuğlaya, çimentoya, suya, gıdaya yapılacak yardımlar yerine; kendisini düşmana karşı koruyacak savunma mekanizmalarına destek vermek ve bu süreci yönetebilecek aktörleri var etmek gerekir, her şeye rağmen…
Ekim ayının 7’sinden buyana yaşananlar, 1947’den bugüne kadar metrekare kare hesabı büyüyen bir işgalcinin, vardığı ve engel olunmazsa, kuralsızlığına dur diyecek bir kural koyucu karşısına dikilmedikçe varacağı noktayı da gözler önüne seriyor.
Günlerdir çeşitli eleştirileri ve yorumları dinliyoruz, okuyoruz.
Üç temel algı üzerin kurgulanmış gibi duran Filistin cephesine yönelik eleştirilerden ilki; Filistinlilerin geçmişte Yahudi yerleşimcilere toprak satması, ikincisi Arapların Osmanlıyı arkadan vurması, üçüncüsü ise Filistin Devlet Başkanı’nın Müslüman olmasına rağmen Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bölgedeki Türklerin ve Müslümanların özgürleştirilmesi yönünde yürüttüğü politikalara muhalefet edip, batı menşeili söylem ve çabalara destek vermesi.
Sokağa çıkıp sorsanız, bu üç hususun her kesim tarafından dillendirildiğini kendiniz de test edebilirsiniz.
Filistin halkını Osmanlı sonrası yaşadığı hadiseleri özetleyecek değilim, orası tarihçilerin konusu ancak az sayıda Filistinlinin evini barkını bedeli mukabili sattığını, kahır ekseriyetinin ise satmak zorunda bırakıldığını biliyorum. Bu bir realite ancak Kudüs’ün ilk kıblemiz, İsrail’in işgalci ve yarına dair hesaplarında ülkemize dair hedeflerinin olduğu gerçeğini değiştirmez.
Arapların Osmanlı’yı arkadan vurduğu söylemi, ilkokul yıllarından beri akıllarımıza kazınmış ve halen daha tazeliğini koruyor. Kurgu da senaryo da iyi yazmış ve sadece bize dikte edilmemiş. Aynı propaganda Araplara da uygulanmış. Onlara da ecdadımıza sövmelerine sebebiyet verecek sayısız yalan yanlış bilgi boca edilmiş. İçimizdeki yer alan ve her fırsatta ecdadımıza söven güruhun varlığına sizler de şahit olmuyor musunuz? Bu algı yönetiminin neticesinde Osmanlı’dan kopuk kurulan devletçiklerde yaşayan insanların hali ortada. Mutlu azınlığın rahatı için heba edilmiş Müslümanlardan oluşan yığınlara dönüşmüş durumdalar.
Üçüncü olarak da Türklere ve Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikasına muhalefet edercesine Batılıların peşine takılan Filistinli yöneticilerin söylemler. Aklıselim hiçbir Müslümanın ve Türk’ün kabul edemeyeceği bir durum ve biliyoruz ki onlar da çevrelerindeki lidercikleri örnek alıyorlar. Yetkisi minimum, etkisi sıfır olan koltuklarda oturup, sonu belli olmayan (esasen aşikâr) eylemler ile işgalcini eline koz verip, işgali meşrulaştırma rollerini icra ediyorlar. Ağa babalarının sözünden çıkmamaları da bizim malumumuzdur. Ve dahi inancımız gereği masumların akan kanını durdurmak hem İslami hem insani bir görevdir. Bizim bakış açımız budur.
Yıllar öncesinde Merhum Üstat Necip Fazıl’ın şu sözleri ile olayı ne de güzel özetlemiş:
“Yıkılasın İsrail enkazını göreyim!
Sana ülke diyenin Yüzüne tüküreyim!”
Tanrıcılık oynayan bu güruh için de bir cümle, yine Merhum Üstat Necip Fazıl’dan gelsin;
“Allah, Tanrı’nın belasını versin”